Bu yazıda okura felsefe ile alakalı az da olsa bilgi vermek, merak aşılamak, ahlak felsefesi ve çevre arasında bir ilişki kurmak amaçlanmıştır. Bu kadar kısa bir yazıda ( özellikle ana dalı felsefe olmayan biri tarafından yazılan bir yazıda) böylesine bir ilişki kurmak epey zordur ancak bu ilişkiye bir yerden başlamak gerekirse daha sonra bahsedeceğim iki düşünce akımından yola çıkmak faydalı olacaktır.
Günümüzde dünyamız birçok çevresel sorunla karşı karşıya. Bu sorunlar her geçen gün insanoğlu tarafından daha çok dikkate alınmakta ve bu sorunları çözebilmek için farklı meslek grupları oluşturulmakta, farklı teknolojiler geliştirilmekte, insanlara çevre bilincini aşılamak için daha çok çaba sarf edilmekte ve bir takım ekonomik çözümler geliştirilmekte. Bütün bunlar felsefe olmadan olacak işler değillerdir zira felsefe hemen hemen hayatın her alanıyla iç içedir. Bunu daha iyi anlamak için örnek olarak bilim ve felsefenin ilişkisi dikkate alınabilir: Felsefe aslında bizim bugün bilim diye adlandırdığımız uğraştan çok da farklı bir biçimde ortaya çıkmamıştır (Arslan, 1994). İlk filozof olarak kabul edilen Miletoslu Thales M.Ö. 625-546 yılları arasında yaşamış ve ona müteakip diğer Sokrates öncesi (presokratik) doğa filozofları gibi maddenin ne olduğunu veya nasıl meydana geldiğini araştırmıştır. Son presokratik filozoflar olan Demokritos ve Leukioppos (Arslan, İlk Çağ Felsefesi Tarihi 1.Cilt, 2006) atom kuramını ilk ortaya atan kişilerdir. Biraz daha modern zamana yaklaştığımızda ise Isaac Newton’un en ünlü bilim kitabının tam isminin Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri (Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica) olduğunu görürüz. Örnekler çoğaltılabilir; bilim, tarih, ahlak, din gibi birçok alanda felsefenin büyük etkileri olduğu su götürmez bir gerçektir. Son zamanlarda felsefe bazı insanlarca sadece soru sormak ile kalıp bir sonuca bağlanmadığından, artık yerini bilime bıraktığından veya sözde pratikte bir geçerliliği olmadığından ötürü tabiri caiz ise “boş iş” olarak nitelendirilmektedir. Ancak bu iddiaların asılsız olduğu merak etmeden ve soru sormadan hiçbir iş yapılamayacağından, bilim ile felsefenin iç içe olmasından ve çevre felsefesi gibi bilim felsefesinin yeni alt dalları oluşmasından, en temel olarak da insanın hiçbir zaman düşünmeyi bırakmayacağından ötürü açıktır. Bütün bunlardan yola çıkarak, çevreyi korumak için hali hazırda uygulanan veya uygulanması planlanan yöntemlere, yeniliklere, politikalara felsefi bir taraftan bakmak çok faydalıdır. Bunun yapılabilmesi için ise öncelikle kısaca felsefenin ne olduğundan ve felsefenin içinde bulunan bazı düşünce tiplerinden bahsedilmelidir.
Felsefe hakkında birçok tanımlama yapılabilmektedir. Etimolojik olarak baktığımızda philo ve sophia kelimelerinden oluşmaktadır ve bu iki kelimenin anlamları sırasıyla bilgi ve sevgidir. Bu taraftan bakıldığında bilgelik sevgisi, bilmeye ve öğrenmeye duyulan arzu neticesinde oluşturulan düşünceler bütünü veya düşünme faaliyetleri felsefeyi tanımlamak için iyi bir başlangıç noktası olabilir. Felsefe 2500 yıllık birikime sahip olan bir alandır ve en başta, daha öncede bahsedildiği gibi doğa felsefesi olarak ortaya çıkmıştır. Doğa felsefesi maddeyi, evrenin işleyişini ve ana maddeyi (töz, arkhe) araştırdığından ötürü fiziği ve metafiziği (varlık felsefesi) (Arslan, Felsefeye Giriş, 1994) içinde bulundurduğu söylenebilir. Sokrates’e kadarki bütün filozoflar doğa felsefesiyle ilgilenmişlerdir. Ne zaman ki Sokrates yalın ayaklarıyla Atinan’nın sokaklarında dolaşmaya başlamış ve insanlara iyi ne demektir, hakikat nedir, adalet nedir gibi sorular sormaya başlamış ve bugün sokratik yöntem veya diyalektik dediğimiz yöntemle insanların aslında gerçekte hiçbir şey bilmediğini, yeterince sorgulamadıklarını ve kendisinin de hiçbir şey bilmediğini ama en azından bu durumdan haberdar olduğunu görmüş, ahlak felsefesi ve onunla beraber siyaset felsefesi doğmuştur. Felsefenin bu iki dalı çevre ile (veya çevre felsefesi ile), tahmin edilebileceği üzere, yakından ilgilidir. Doğa filozoflarından, Sokrates’ten ve Sokrates’ten sonra gelecek olanlardan öğrenilebilecek bir şey var ise o da felsefenin soru sormak ve sürekli olarak hakikate olan bir yolda bulunmak olmasıdır.
Ahlak felsefesinden devam edilecek olursa, çevre felsefesine olan yakınlığı da göz önünde bulundurulduğunda, biraz temellerinden bahsetmekte fayda vardır. Ahlak felsefesi kendi içinde dallanır ve içerisinde farklı konularla alakalı birçok düşünce barındırır. Bu yazıda ahlak felsefesinde yer alan iki farklı temel yaklaşıma dikkat çekilecektir. Bunlar faydacılık (Utilitarinism) ve kategorik yaklaşımdır. Faydacı yaklaşımın en ünlü temsilcilerine Jeremy Bentham ve John Stuart Mill örnek verilebilir. Kategorik yaklaşımın ise en önemli temsilcisi İmmanuel Kant’dır. Bu iki yaklaşımı en iyi şekilde açıklamak için oldukça popüler olan tramvay problemine bir göz atmak çok faydalı olacaktır. Bu problemin farklı versiyonları farklı kaynaklarda bulunabilmektedir. Problem şu şekildedir: Frenleri tutmayan bir tramvay son hız tramvayın bulunduğu demir yolunda işine kendini çok kaptırmış beş demir yolu işçisinin üzerine doğru gitmektedir. Siz de o sırada civardan geçmektesinizdir ve durumu fark edip dehşete kapılırsınız. Tam ne yapacağınızı, bu felaketi nasıl önleyebileceğinizi düşünürken hemen yanı başınızda bir kol görürsünüz. Kolun yanında bulunan tabelada “Tramvay rayının yönünü değiştirmek için kolu çekiniz.” yazmaktadır. Siz de bu durumdan çok mutlu olursunuz, bir faciayı önleyebileceğiniz düşünürsünüz. Ancak tam kola uzanırken rayların değişeceği yönde başka demir yolu işçisi olduğunu görürsünüz. Bu durumda bir karar vermelisiniz: Kolu çekip beş kişi yerine bir kişiyi öldürtebilirsiniz veya kola dokunmayıp beş kişiyi ölüme terk edebilirsiniz. Bu problem kişilere ilk sunulduğunda problemin çözümü çok bariz gibi görünür. “Tabii ki beş kişi yerine bir kişi ölmeli” diye düşünüyor olabilirsiniz. Bu düşünce faydacı bir düşünce tipidir, toplumdaki toplam mutluluğu artırmaya yöneliktir. Bu düşünceye yönelik eleştirilere örnek olarak “Kimin ölüp kimin yaşayacağına karar verme yetkimiz yoktur”, “Toplumdaki toplam mutluluk artacak olsa bile bu, kolu çekmenin yapılacak doğru şey olduğunu göstermez” veya “Kola dokunmamak bize ahlaki bir sorumluluk yüklemez ancak kolu çekmek düpedüz birini öldürmektir.” gibi ve daha niceleri yöneltilebilir. Elbette ki sorunun doğru bir cevabı yoktur, sadece farklı bakış açıları vardır. Kategorik düşünceyi daha iyi anlamak adına problemi biraz değiştirmekte fayda vardır. Bu sefer ortada bir kol yoktur ancak bir köprü vardır ve bu köprü rayların tepesinden geçmektedir. Köprünün tepesinde de o beş işçiye köprüden sarkarak yoldan çekilmelerini söyleyen oldukça iri yapılı bir insan bulunmaktadır. Ama nafile işçiler onlara seslenen bu insanı duymamaktadır, malum işlerine çok düşkündürler. Eğer o insanı biraz itekleyip raylara düşmesini sağlarsanız treni kesinlikle işçilere ulaşmadan durdurabilirsiniz. Şimdi elinizde yine bir seçenek var. Buna yöneltilebilecek akla gelen ilk eleştiri “Bir insanı itmekle bir kol çekmek aynı şey midir?” olabilir. Bir kategoriğe göre cevap evettir. Özetle faydacılık daha sonuca odaklıdır. İstenilen sonuca ulaşmak için uğuruna ne harcandığı çok da önemli değildir. Elbette ki bütün faydacılara bu kadar radikal bir düşünceyi yakıştırmak haksızlık olacaktır zira faydacılık da kendi içinde fraksiyonlara ayrılır ve sağlam temellere oturtulan faydacı kuramlar mevcuttur. Ancak söylenmelidir ki Niccolo Machiavelli gibi düşünürler bu derce ileri giderler. Kategorikler ise bu durumun tam tersi konumdadır, onlar sonuçtan ziyade sürece odaklanırlar. Peki bu etik değerlendirmelerin suyla, toprakla, havayla, sürdürülebilirlikle, doğayla, kirlilikle genel tabiriyle çevreyle nasıl bir ilişkisi vardır?
Ahlak felsefesi içerisinde çevre felsefesi ile ilgili olan birçok konu barındırır ancak böyle kısa bir yazıda hepsine değinilemeyeceği için bir örnekten yola çıkılıp faydacılık ve kategorik düşünce ile bir ilişkilendirme yapılacaktır zira bu iki düşünce tipi ahlak felsefesinin önemli yapı taşlarındandır. Bu ilişkilendirmeyi yapabilmek için seçilebilecek iyi bir örnek çevreyi kirletme hakkının satın alınabilmesi meselesidir. 1997 yılında Kyoto Protokolü ile alınan kararlar sonucunda ülkeler ya karbon salınımlarını azaltmalıydı ya da başka bir ülke karbon salınımlarını azaltabilsin diye o ülkeye para vermek durumundaydı. (Sandel, 2016) Her ne kadar bu protokolü imzalayan ülkeler “durumunda” olsalar da Kyoto protokolüne uymamanın sonucu olan yaptırımlar caydırıcı değildi ama bu başka bir konu. (Böhringer, 2003) İlk bakışta bu düzenlemede herhangi bir sorun olmadığı düşünülebilir. Üretim yapan işletmeler bir kar-zarar analizi yaparak emisyonları kısmanın çok da ekonomik olmayacağını düşünüp bu hakkı adeta satın alabilirler. Emisyonlarını azaltmaları için başka işletmelere para ödeyebilirler. Bunda ne gibi bir sıkıntı vardır? Bu hakkı satın alan işletme kar etmeye devam edecektir, bu hakkı satan işletme ise para kazanacak ve belki de bu durumu kendi kar-zarar analizine uydurabilecektir. Bütün bunların sonucunda her iki taraf da kazançlı olacak ve çevre de korunmuş olacaktır. Bir başka ifadeyle herkes mutlu olacak, toplumun toplam mutluluğu artacaktır. Daha önceki açıklamalardan da anlaşılabileceği üzere bu şekilde bakmak demek faydacı bakmaktır. Faydacılık bu ve bunun gibi birçok konuda kar-zarar analizlerinden büyük destek almaktadır. Bu örnekte kar-zarar analizi yaparak bir karar vermek masum görünümlü kabul edilebilir ancak bu analizlerden yararlanmak bazı durumları çok uç noktalara da götürebilir. Kısaca bir örneğe değinilirse, Ford Motor Company’nin 1970’lerde üretmekte olduğu Ford Pinto çok satan popüler bir araçtı. Ancak bu aracın bir sorunu vardı o da arkadan bir darbe alması durumunda aracın hızlı bir şekilde alev almasıydı. Ford bu durum yüzünden oluşan yaralanmalar veya ölümler sonucu tazminat ödemek durumunda kalıyordu. Bu durum aslında çözüme ulaştırılabilirdi. Aracın dizaynında küçük bir değişiklik yapıp arkasına bir parça eklenmesi yetiyordu. Durum böyle olunca Ford’da çalışan yetkililer bir kar-zarar analizi yaptırttılar ve parçayı takıp takmama konusunda bir karara varmak için sonucu incelediler. Sonuca göre parçayı takmamak daha karlıydı bu yüzden de takmamayı seçtiler. Diğer bir deyişle insan hayatına kârı tercih ettiler. (Sandel, Adalet: Yapılması Gereken Doğru Şey Nedir?, 2007) Elbette burada toplam mutluluğun artması gibi bir durum söz konusu değildir ancak dendiği üzere faydacılık kendi içinde dallanır ve bu örnekte o dalların en ucundaki düşüncelere ışık tutmaktadır. Anlaşılabileceği üzere faydacılık tehlikeli olabilir. Çevre kirletme hakkının satın alınması hususuna geri dönersek, buradaki faydacılıktan doğan temel sıkıntı olaya tamamen kâr odaklı bakılıyor olmasıdır. Çevrenin korunması gerektiği, yaşamın ve sağlığımızın sürdürülebilirliğinin buna bağlı olduğu gibi kaygılar bu düşünce tarzında bulunmazlar. Immanuel Kant bu durumu kategorik düşünceleri ile ele alsaydı bu zihniyetin “ödeve” uygun olmadığını söylerdi. Burada ödev denen şey Kant’ın felsefeye kattığı bir terimdir. Ne anlama geldiğinden kısaca bahsedilirse: Ödev, yapılan bir eylemin tamamen iyi olması için yapılması şeklinde, oldukça yüzeysel olarak, açıklanabilir. Kant bunun iyi anlaşılması için bir bakkal örneği verir. Bir müşteri bakkala gelir ve bir hata yapar, yanlışlıkla dükkân sahibine ödemesi gerekenden daha fazla para vermiştir. Müşteri durumdan bihaberdir. Dükkân sahibi eğer müşteriyi uyarmazsa elbette ki ödeve uygun davranmış olmaz. Eğer dükkanını prestijli göstermek için müşteriyi uyarırsa yine ödeve uygun davranmış olmaz. Ne zaman ki tamamen bencil olmayarak hareket eder ve müşteriyi uyarır, bu davranışın ancak o zaman ödeve uygun olduğu söylenebilir. (Kant, 2002) Çevre ile alâkalı bahsedilen bu konu ve bunun gibi daha birçok konuda kategorik düşünce tipi bize eylemelerimiz hiçbir kâr gözetmediği, yegâne amacın çevreyi ve insan sağlığını korumak olduğu durumlarda ancak ödeve uygun davrandığımızı, diğer bir deyişle etik davrandığımızı söyler.
Kaynakça:
[1] Arslan, A. (1994). Felsefeye Giriş. Serbest Akademi. [2] Arslan, A. (2006). İlk Çağ Felsefesi Tarihi 1.Cilt. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. [3] Böhringer, C. (2003). The Kyoto Protocol: A Review and Perspectives. Econstor, 17. [4] Kant, I. (2002). Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu. [5] Sandel, M. J. (2007). Adalet: Yapılması Gereken Doğru Şey Nedir? New York: Farrar, Straus and Giroux. [6] Sandel, M. J. (2016). Paranın Satın Alamayacağı Şeyler. Ekşi Kitaplar.